Bundan birkaç yıl önce İstanbul’da “İslam Tıbbi Konferansı” toplanmıştı. Arkasından gazetelerde kıyamet koptu... Yok, efendim, “İslam tıbbi” ne demekmiş, eğer öyle oluyorsa bir de “Yahudi tıbbı”, “Hıristiyan tıbbı” konferansı tertip etmeli imişiz... Ne inciler, bilmem hatırlayanınız var mı? Efendim, bu konferans, gerçekten, “İslam ülkelerindeki tababet”i değil, “İslam tıbbı”nı konu almıştı, çünkü bir İslam Tıbbı, sağlığa ait İslam’ın getirdiği ve günümüzün tıp ilmi ile tamamen intibak eden ve -elbette- onları da aşan birçok görüşler, prensipler kaideler vardı. Bunları ciddi tıp çevrelerinin böyle bir konferansta ele alıp incelemeleri kadar tabii birşey olmazdı. Eğer bir Yahudi veya Hıristiyan Tıbbı olsa, bugüne kadar dururlar mı idi sanıyorsunuz? Şimdiye kadar Papalığın veya İsrail Devletinin himayesinde ne konferanslar, ne kongreler tertip etmişlerdi. Ama mevzu İslam olunca elbette ki düşmanı da çok oluyor. Bizim burada işimiz kavga da değil, kimsenin gafletini ve cehaletini düzeltme de hiç değil. “Sızıntı” dergisi bana bu imkanı verdi, değerli okuyucularıma zaman zaman İslam’ın Ayet ve bilhassa Hadis’lerle getirdiği sağlığa ait hükümleri açıklamaya çalışacağım.
İslam dininin ana kaynağı, elbette Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an, Allah’ın vahiy yolu ile Fahri-i Kâinat Efendimize (sav.) indirdiği mukaddes kitaptır. Onu doğru okuyup manasını anladığımız, emir ve nehiylerine göre hayatimizi ayarladığımız takdirde karanlıktan kurtulur, nur’a, saadete ve sıhhate kavuşuruz. Bizzat Kur’an, insanlar için “şifa” kaynağıdır. Kur’an-ı Kerim ile gönderilen hükümleri, Peygamberimiz zaman zaman açıklamış, neyin nasıl olacağını izah etmiştir. Nitekim Nahl Süresinin 64. üncü ayetinde “Biz sana Kitap’ı ancak ihtilaf ettikleri hususlarda onlara açıklayasın ve inanan kimselere hidayet rahmet olsun diye gönderdik” buyrulmaktadır. Bu cihetle Peygamberimizin Sünneti ve Hadisleri, Allah’ın emirlerini açıklayıcı birer izahat mahiyetinde olmak üzere İslam dininin kaynaklarındandır. Peygamberimizin “en yüksek ahlak üzere gönderildiği” ayetle sabit olduğuna göre, onun yaptıklarını yapmak ve yapmadıklarını yapmamak, yani Sünnet-i Seniye’ye uymak, bir Müslüman için saadet ve selamet yolu, “iyi ahlaklı”, ruhen ve bedenen sıhhatli olmanın çaresidir.
Bir misal verelim: Kur’an-t Kerim, “hamr” denilen sarhoş edici içkiyi haram kılmıştır. Ancak, o devirde “şarap” kullanılırdı ve üzümleri, baldan, buğdaydan, arpadan sarhoş edici içkiler vardı. Bugün dahi mesela “rakı”nın o devirde bulunmadığını ve böylece ayetlerle yasaklananın sadece “şarap” olduğunu iddia edebilecek, İslam’ın temel hükümlerini kendi arzu ve temayülleri istikametinde yorumlayacak insanlara rastlamak mümkündür. Ancak, Kur’an-ın herhangi bir ayetine Allah’ın murad ettiğinden başka türlü mana vermeye çalışıldığı taktirde bu manaların delalet ettiği şeye İslam demek mümkün olamaz. Verdiğimiz misalde olduğu gibi, Peygamberimiz, bir yanlış anlaşılmayı önlemek için “sarhoşluk veren herşeyin haram olduğunu” ve “çoğu haram olanın azının da haram olduğunu” beyan buyurmuşlardır.
İşte, Sünnet ve Hadisler, “sarhoş edici içki” misalinde olduğu gibi, sağlığımızla ilgili birçok hususta da açıklamalar getirmiş, bizim hastalıklardan nasıl korunmamız icap ettiğini çok açık ve kesin beyanlarla bize anlatmıştır. Bunların bilinmesinde hem ferd olarak sağlığımızı korumamız bakımından, hem de yapılacak tıbbi araştırmalara ışık tutacak kıymetli bir kaynak olması itibariyle büyük fayda ve zaruret vardır. Allah, “Peygamber hevadan konuşmaz, onun sözleri kendisine vahiy edilenden başka birşey değildir” buyuruyor. Sizlere bu yazı serisinde, sağlam kaynaklara istinat ederek ve elimden geldiği, gücüm yettiğince Tıbbi Nebevi’yi anlatmaya çalışacağım. Hatalarım için Allah’a, yanlışlarım için siz değerli okuyucularımın anlayışına sığınırım.
Kur’an-ı Kerim’de “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak akıl sahipleri bundan öğüt alır” buyrulmaktadır. İnsan, akıl sahibi olarak yaratılmıştır. Onu hayvandan ayıran en mühim özelliği, eşyanın teferruatından sıyrılabilip mücerret düşünce seviyesine varabilmesi, duygu ve düşüncelerini mücerret sembollerle ifade edebilmesidir. Böylece konuşma, yazı ve musiki melekeleri insanlar arasındaki haberleşmeyi mümkün kılan birer sembolik ifade şekli olarak ona verilmiştir. İnsana bu kabiliyeti, elbette ki, evvela Rabbini tanıması, bilmesi, onun emirlerine itaat edip yasaklarından kaçınması için bahşedilmiştir. Akıl ile mücehhez olarak yaratılan insan böylece yaptıkları ve yapmadıklarından dolayı Yaratıcısına karşı ferden mesul bulunmaktadır. Dünya, kâinat bir “hikmet kitabı”dır. Onu iyi tetkik edip gönül gözü ile görmeye ve olan bitenleri anlamaya çalışırsak “Hesap günü” çıkarılacağımız Büyük Mahkeme’de yüzümüz ak, alnımız açık olur. İlmin sahibi Allah’tır. O, bu ilim hazinesinden kullarına da bağışlarda bulunmuş, bizi akıl ve ilimle donatmıştır. Peygamberimiz “ilim tahsili her Müslümana farzdır” buyuruyor. İlimlerin en önde gelenlerinden biri de “beden ilmi”dir. Zira biz, bize verilen bu bedeni, ruhumuz Allah’a dönünceye kadar, kıymetli bir emanet olarak, iyi bir şekilde muhafaza ile mükellef bulunmaktayız. İşte bunun içindir ki, ilk yazımda umumiyetle “tababet ilmi” ile ilgili Hadislerden söz etmek istiyorum.
Peygamber Efendimiz (sav.) hekimlik mesleğini daima övmüş ve hekimlere tedavi olunmasını, hastalığı ilim yolu ile gidermeyi tavsiye etmiştir. “Allah her hastalığı devası ile birlikte yaratmıştır, ihtiyarlık müstesna” Hadis-i Şerifindeki hikmet, tıp ilmine kıyamete kadar yol gösterecek bir ehemmiyet taşımaktadır. “Tedavisiz hastalığın mevcut olmadığı, ancak bir kısmının bugün için tedavisinin bilinmediği” gerçeği, tıbbi araştırmaların yılmadan devam ettirilmesini gerektirmektedir.
Zeyd bin Eslem rivayet ediyor:Rasulullah (sav.) zamanında bir adam yaralanır. Kanama devam ettiği için Amir oğullarından iki adam davet edilerek yaralı muayene ettirilir. “Ey Allahın Resulü, tıp’ta hayır var mıdır?” sualine, bu münasebetle şöyle cevap vermişlerdir: “Derdi indiren Allah devayı da indirmiştir”... Peygamberimizin Ubeyy bin Kab’e gönderdiği tabip, onun bir damarını keserek kan almıştır.
Gene Peygamber Efendimiz, (s.a.v.) bilgisiz kimselerin hekimlik yapmasını yasaklayarak şöyle buyurmuştur: “Kim hekimlik taslarsa ve bundan önce kendisinin tıbba dair tecrübesi olduğu bilinmiş değilse o, tedavi ettiği kimsenin zararını ödeyecektir”... Bu zarar, elbette, maddi de olur, manevi de... Bugün Amerika Birleşik Devletleri’nde tatbik edilen mal-practice kanunu bu esasa istinat etmiyor mu?
Peygamberimiz bir hastayı ziyaret etmiş ve onun bir tabibe götürülmesini emir buyurmuş. Bunun sebebini soranlara cevabı: “Evet, bunu ben söylüyorum. Aziz ve Ceff1 olan Allah bir derdi amili indirmemiştir ki, onunla ilgili bir devada indirmesin”... Gene Peygamberimizin sözü: “Her hastalık için bir deva vardır. Yapılan tedavi derdin devasına isabet ettirilirse Aziz ve Celil olan Allah’ın izni ile iyileşir.”
Bu açık beyanlar ve ancak “ihtiyarlığın” tedavisinin mümkün olmaması karşısında bizlere düşen vazife hastalığa yakalandığımız zaman asla ümidimizi kaybetmemek, ancak, ihtiyarlığı da Allah’ın bir lütfu, uzun ömür sahibi olmanın bir neticesi olarak memnunlukla, şerefle, iftiharla kabul etmektir. Kendisine “tedavinin Allah’ın kaderinden bir şeyi geri çevirip çeviremeyeceği” sorulduğunda “tedavi olmanın ve iyileşmenin de Allah’ın kaderi olduğunu” söylemesi çok manidardır.
Peygamberimiz, hastalıkların tedavisi için üç çeşit ilaç bulunduğunu ifade buyurmuşlardır: tıbbi ilaçlar, manevi ilaçlar ve bunların her ikisinden mürekkep olanlar. Bugün de birtakım kimyevi ve fizik tedavi vasıtalarının yanında psikoterapi’nin kullanılması ayni şeyin pratik hekimlik tatbikatına intikali değil midir?
İnsan “irade” melekesine sahip olarak yaratılmıştır. İrade, önüne konan ihtimallerden en doğrusunu, en uygununu, Allah’ın rızasına en muvafık’ını seçme kabiliyetidir. “Seçme” ise, “arzu etme” sonunda ortaya çıkan bir fiil, bir eylem’dir. Demek oluyor ki, biz, irademizi doğru istikamette kullanarak kendimiz için iyi, güzel ve faydalı olanı arzu edeceğiz ve onu seçeceğiz. Mesel “ölüm” Allah’ın hükmü, takdiri, kaza’sıdır. Bütün fiillerin yaratıcısı Allah olduğuna göre, ölüm de bir “mahlûk”tur. Ancak, bir neticenin ortaya çıkmasında insanoğlu’nun “isteyen, talep eden” olarak da rolü vardır. Onun istediği şeyin Allah’ın rızasına uygun olması, seçmesini bu istikamette kullanması gerekir. “İsteme” nin de bir “pasif talep” şeklinde olmaması, isteğimizin tecellisi için çalışılması gerekir. İstediğiniz kadar “Allah’ım ben hiç ölmeyeyim” diye dua edin. Madem hepimiz ölüm ile “tebşir” edilmişiz, bir gün onu tadacak ve Rabbimize kavuşacağız. Ancak, ölümü kendi irademizle tacil etmeye, çabuklaştırmaya çalışmak, intihardan tedavi olmamaya kadar çeşitli ve Allah’ın rızasına aykırı fiillerde bulunmak şahsı mesuliyeti mucip büyük günahlardır. Biz O’nun bize verdiği emaneti, geri isteyinceye kadar, koruyup gözetmekle mükellefiz.
Hazret-i Ömer’in veba salgını olan bir şehre girmediğini gören Ebü Ubeyde “Ya Ömer, Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” diye sorar. Müminlerin Emirinin cevabı meselenin anahtarını bize vermektedir: “Evet, Allah ‘in takdirinden Allah ‘in kazasına sığınmaya gidiyorum”...
Bize düşen tedbirde kusur etmemek, sonra da kaza’ya rıza göstermek, sevgili okuyucularım.
Ayhan Songar