Eylül ayını çok seviyorum. Tabiat küsüyor kâinata ve elveda diyor bütün mevcudatıyla insanlara. Biz muvakkat olarak ayrılıyoruz bu diyarlardan diyor, her bir mahlûk, kendi lisan-ı haliyle. Ve gidiyorlar, hayatın içinde kalan ve hayatı sadece yaşanılacak, lezzet alınacak bir süreç olarak gören insanlara inat. Ölümü ve ahir eti hatırlıcasına gidiyorlar.
Rüzgâr esiyor; ağaçların sararmış yapraklarında oluşan tabiatın kokusunu çekiyorum göğsüme. Bu kokuda bile bir eziklik, ağırlık var. Renkler solgun, her şey sarı ve sarı tonlarda. Gökyüzü parlak maviliğini yitirmiş; paslanmış tozlu bulutların arkasından… İnsanın ruhunda hastalık ve ölüm düşüncesinden başka bir izlenim bırakmıyor bu tablo. Ancak bir şey var; o da bütün bu donuk tablonun önünde yine bu tabloyu çizen, şekillendiren, vücut veren birini gösteriyor. Tabiatı hakkıyla gören gözlere görmek isteyenlere… Ve görülen Zat-ı Zül-Celal ve ‘l Kemal bu tablonun böyle kalmayacağını değişeceğini de esinletiyor bizlere. Esen rüzgârlarla sonbahardan sonra mutlaka bir ilkbaharın geleceği esintisi doğuyor içime.
“Hüznün rengi sarıdır” diyor birisi. Aslında hüznün ötesinde hüzün tablosunun sembolü olan sarı, bana mevti, mevtin arkasındaki baharı ve dirilişi anımsatıyor.
Aslında ben bu yazıyı bir bahar ayında yazıyorum. “Her şey zıddıyla bilinir” diyor bir mübarek Zat. İşte bende baharın bütün güzelliğini gösterdiği Mayıs ayının en olgun günlerinde, sonbaharın en güzel ayı olan Eylül’ü anlatıyorum satırlarımda.
Elimde bir Eylül romanı ancak hissettiklerim ve içime doğanlar bu romanın içeriğinden öyle farklı ki. Hissettiklerim, düşündüklerim ve kaleme aldıklarım kitaptakilerden tam bir tezat olarak karşıma çıkmakta.
Bahar ayındayız; ama ben sonbaharı yaşıyorum ruhumda. Mayıs’taki bahar rüzgârlarıyla Eylül’ün sarı yapraklarına doğru esiyor düşüncelerim. Elimde bir Eylül romanı olsa da.
Nuray Örnek