Hadi bana kendini anlat. Zor mu bu kadar kendini anlatmak? Ben hep kendimi, senin hüzün dolu kollarına bırakırken hiç tereddüt ediyor muydum. Peki ya seni çevreleyemeyen duvarları ben örmeye çalışıyorsam, bana kızıp anlatmayacak mısın bir şeyler. Mesela geceleri anlat, ölmeyi anlat, susmanın ne büyük nimet olduğunu anlat.
Biliyorum senin de anlatacakların var elbet insanlara. Dünyada seni duymayan, yaşamayan ve hissetmeyen hiç kimse yok! Olamaz da. Her şeyin bir yalnızlığı var çünkü. Sılanın, annenin, gözlerin, umudun ve daha doğrusu insanların yalnızlığı. Hangisi senden uzak ki?
Ama sen kendini saklamakta pek hünerlisin farkındayım...
Sen anlatmıyorsun diye, başkaları yani yabancılar anlatıyor Aşkı, kavuşmayı. Böyle olmamalı ey yalnızlık... olmamalı...
Hadi anlat bana yalnızlık! Sen anlat Aşkı, kavuşmayı... sen olmasan, kavuşmanın anlamı olur muydu hiç? Evet soruyorum olur muydu. Sen olmasan kimler sevgililerine hasretle, gözyaşlarıyla mektup yazabilirdi. Sen olmasaydın anlaşılmayacaktı dünyadaki imtihan.
Kelebekler yaşamayacaktı; bir gün de olsa ömürleri. Sıcak meltemlerin estiği diyarlara uçmayacaklardı kırlangıçlar. Göç etmeyeceklerdi hiç bir zaman...
Seni ararken ben benden ayrıymışım. Seni aramakla kendimi kaybetmişim. Tek bir şey, hüznümüzü sevince döndürmekte; ona dualar ettiğimizde, her an, saniye saniye kavuşuyoruz. Rabbimizle olamamanın sancısı... yalnızlık!
Meğer yalnızlık yanıbaşımızda bizi beklermiş. Gözlerimiz gerçekte körmüş. Mevlâna Rumî keşfetmiş muhabbet ülkesini. ‘’Aramadıkça bulamazsın- Aşığın kârıda budur. Sen kör oldukça onu arayamazsın ki bulasın’’ Aradım ve buldum. Ama sen hâlâ bulunmak için kaybolmaktasın...
Kavuşma süregeldikçe yalnızlık da var olacak.
Sevmek var oldukça ayrılıklar hep yaşanacak bir yerlerde.
Gülmek var oldukça ağlamak da olacak.
Sessizlik oldukça; gürültü bir yerlerden kopacak.
Dünya döndükçe kıyamet hep pusuda bekleyecek.
Ölüm ölümü öldürmedikçe, yaradana yalnızlık hep devam edecek.
Ve...
Ölümün bile güzeli olacak...