Nasibe hiç inanmaz olan Necdet, baştan öyle değildi. Her sabah rüyalarını anlatır, küçük hâdiselerde bile büyük manevî yorumlar yapardı. Nasılsa şu son günlerde tamamen eski hayatına zıt bir yaşayış sergilemeye baş­lamıştı. Eski Necdet gitmiş, yerine yeni bir Necdet gelip oturuvermişti. Bu vurdumduy­maz genç, bir gün güzel bir bahçede kuş cı­vıltıları arasında koyu gölgeli bir ağacın al­tında mükellef bir sofranın başında oturdu. Böyle yerlerde yemenin zevkine hiç doyum olmazdı. Önce ellerini sevinçle çırptı. Sonra uçuyormuş gibi kollarını yana açtı, göğsünü biraz öne doğru çıkararak kendini yemek ye­meye hazır hale getirdi. Kafasını sağa sola bir­kaç defa salladı. O hantal vücudu sallandı.
—Fazlı, dedi; “Nasip falan derler; ben buna eskiden inanırdım. Çalışmadıktan sonra sana hiç kimse bedava ekmek atmaz, işte şu yiyecekler önümde, ben bunlardan istediğim kadar yiyeceğim.”
Ağzını şapırdata şapırdata iştahla ye­meye başladı. Sağa sola bakmadan hapır hu­pur yiyordu. Yerken yoruldu, bir ara sandalye­sine yaslandı. Fazlı çok hafif bir sesle:
—Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin!” deyiverdi.
Sen misin bunu diyen. Açtı ağzını, yum­du gözünü; saymadığını bırakmadı. Sinirli, acayip el kol hareketleriyle:
— Kardeşim, yiyeceksin. Yemedikten son­ra hayatta niye yaşıyorsunuz? Burada yine be­nim iştahımı kaçırdın şimdi.
—Necdet, sen, bu fikirlerin, bu şişkin gövdenle dünyaya yemek için gelmiş gibisin. Bütün amacın yiyip içmek, sen başka birşey düşünmez misin Allah aşkına? Ne zaman karşılaşsak hep ye­mekten içmekten bahsedersin. Hâlbuki es­kiden ne güzeldin! Tığ gibi bir delikanlıydın. Güzel fikirlerin vardı. Yüzün ve bakışların bile çok inceydi. Fikirlerinle birlikte vücudun da kalınlaştı, hımbıllaştın. Göbeğin senden ön­de gitmeye başladı. Arkadaşlarını aramayı, on­larla buluşmayı da bıraktın. Şimdi görüştüğün kimseler de senin gibi hep toplantıda paradan puldan bahseden insanlar. Başkalarının deği­şeceğine inanırdım da, senin asla... Ama, ma­alesef bozulmuş tereyağı gibi acılaştın.
— Fazlı, böyle hikmetli sözleri nerelerden bulup gelirsiniz bilmiyorum. Bırak şimdi bun­ları da, bana yerken eşlik et hiç olmazsa. Böy­le güzel bir bahçede başka neden bahsedebilirsin ki! “Nasip” diye diye milleti tembelliğe attınız. Bak, batılılar nasıl çalışıyorlar. Yakında Mars’ı, Merih’i bile fethedecekler.
—Batılılar, senin gibi abur cubur ye­miyorlar. Onların yeme konusunda bir ölçüleri var. İnsana günlük ne kadar kalori lazımsa, o kadar yerler. Onlardan senin gibi kaç tane göbekli adam çıkar. Biz, her şeyi amuda kalkan adam gibi tersinden alıyoruz. Efendimiz (sav) göbekli olmayı, kepeksiz ekmek yemeyi ahir zaman alâmeti olarak göstermiyor mu? O’nun göğsüyle göbeği aynı seviyede değil miydi?
Sen bayatlamış ekmeği bile yemiyorsun. Bir düşünsene, bu önümüzdeki nimetler nasıl buraya kadar geldiler ve kimin ihsanıdır? Bun­ları bulamayanları düşündün mü?
—Bak, bak Fazlı, bak şu lokmayı şimdi nasıl iştahla yiyeceğim.
—Sana o lokmanın nasip olması Allah’ın elindedir. Rahmetli anneannem bizimle sapa­sağlam sabah kahvaltısına oturdu, birinci lok­mayı aldı ikinci lokma boğazında düğümlendi de oradan öteye geçmedi. Zavallı kadının en son nasibi o bir lokmaymış.
Necdet ekmekten büyükçe bir parça ko­parıp, sol eline aldığı bu parçaya bol miktarda garnütür ilave ettikten sonra midesine gön­derecekti ki, kulağına kadar yaklaşmış bir arı­nın vızıltısıyla irkildi. Onu kovmak için önce, boşta kalan sağ eliyle bir kavis çizdi. Sonra kafasını korumak için epey bir çaba harcadı. An, öyle bir iki kol hareketiyle gidecek gibi değildi. Boyuna hamleler yapıyor, onun etra­fında peykler çiziyordu. Nasibe inanmayan, onu göremeyen Necdet’in gözüne iğnesini saptayacaktı. Allah’ın görevlendirdiği bu il­hama mazhar an, iğnesini Necdet’in sağ göz kapağına bütün hıncıyla sapladı. Necdet, o ağır ve hantal gövdesiyle dengesini kaybetti. Bu esnada elindeki kalori oranı yüksek, çok lezzetli, bol etli lokmasını düşürüverdi.
Biraz önce ayaklarının dibindeki ona yal­varırcasına miyavlayan kediye bencilliğinden birkaç tekme sallamıştı. Bir lokmacık da ona vereyim diye düşünmemişti. Necdet gözünün acısıyla meşgul olurken ayağının dibindeki kedi nasibini toplamaya çalışıyordu. Bu arada Allah’ın kendisine bir vesile ile böyle bir nasip göndermesinden dolayı mırmırları ara­sında “Ya Rahim” zikrini de Rabbine ulaştırıyordu.
Şimdi bu arı da nereden çıkıp gelmişti? Necdet, bugün zevkle yemek yiyip, rahat bir uyku çekecekti. Ona göre, bazı mahlûkatın ya­ratılışı bile lüzumsuzdu. Allah’ım, insan ne kadar değişiyordu. Baştan beri doğru bil­diklerini şimdi inkâr ediyordu. Onu bu hale hangi sebepler düşürmüştü?
Kardeşim, senin gözünü bu arının sok­masının sebeplerinden biri nasibi tanımayan, hakikati göremeyen o gözü Hakka, hakikate çevirmektir. O senin düşürdüğün lokmanın ki­me nasip olduğunu görmek istersen şu tekir kediye bakabilirsin. Lokmanın zerrelerini midesinde sindirmeye başladı bile. Demek ki o lokma, ezelde ona yazılmış. Eskiler demezler mi: “Kimse kimsenin nasibini yiyemez ve kim­se kimsenin nasibine mani olamaz.” Allah, merhametinden sana bizzat gösterdi ki, sana verilen bunca nimet O’nun ikramıdır. Belki şu kediden ibret alır da, fakirlere, muhtaçlara ha­yır hasenatta bulunursun. Sana, dedemin na­siple ilgili anlattığı bir hikâyeyi nakledeyim.
Birine bir gün rüyasında, filan şehirde bir salkım üzüm nasibi olduğunu söylemişler. Na­sibe çok inanan bu ehl-i kalp insan, onu ara­mak için ertesi gün rüyasında gösterilen şehre hemen gider. Bir kahvenin dışındaki sandalye­lerden birine oturur. Yanındaki masanın etrafında oturan ve üzüm yiyen bir grup, onu üzüm yemeye davet ediyorlar. Hoş beşten sonra nereli olduğunu ve nereden geldiğini soruyor­lar. O da oradakilere anlatıyor. O topluluktan birisi:
— Ben diyor, bir aydır senin şehrinde filan adresteki evin filan yerinde bir küp altın oldu­ğunu rüyamda görüyorum da gidip almıyo­rum.
Üzüm nasibini almaya gelen yolcu, ve­rilen adresin kendi evi olduğunu anlayınca rüyasında gösterilen bir salkım üzümün sırrını anlamış oluyor. Meğer evindeki saklı bulunan bir küp altının yerini orada öğrenecekmiş.
— Necdet nasiple ilgili o kadar yoğun an­latılacak şey var ki. Şimdi bütün bunları bırakıp senin maneviyattan, önceki aldığın na­siplerin devamı için duâ edelim.
— Fazlı, haklısın kardeşim bu hâdise benim için çok iyi oldu. “Bir musibet bin nasihatten yeğdir” derler ya, benim için de öyle oldu. Dünyaya dalıp gittik kardeşim biz. Ne olursun ahiret nasibi kazanmak için bana yar­dımcı ol. Yoksa nasipsizlerden olmayalım. Bütün nasibimizi dünyada toplayıp da ahirete birşey bırakmayanlardan olmayalım. Bir bilsen şu gözüm nasıl ağrıyor. Ama ilerdeki azaptan kurtulmama vesile olup beni uyandır­dığı için, kaybettiğim eski güzel duygulanma kavuşturduğu için bu arı ve kediye birer mürşid nazarıyla bakıyorum. Ne olur şimdi bana eskiden kulağımda neşvesi kalmış o hikmetli sözlerden oku, belki hakkıyla şifa bulurum.